Kategori arşivi: Fasa Fiso

Inglourious Basterds (Soysuzlar Çetesi): Film incelemesi

Merhabalar dostlarım, bugün size absürt ve şiddet içerikli savaş, aksiyon belki biraz da komedi filmi olan Inglourious Basterds filminden bahsedeceğim. İlk olarak filmiN konusundan başlayayım. Film 2.Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından kuşatma altında olan Fransa’da geçiyor. Yahudi bir ailenin kızı olan Shosanna ailesinin Naziler tarafından katledilmesine tanıklık ediyor. Ardından kaçarak Paris’e yerleşip yeni bir kimlikle hayatına devam ediyor ve sinema işletmeye başlıyor. Öte yandan Avrupa’nın farklı bir ülkesinde kendi askerlerini Nazilere karşı örgütleyen yahudi Teğmen Raine amacına ulaşmak için çeşitli planlar kurmaktadır. Shosanna ,Teğmen Raine’nin ve Nazilerin yolları bir noktada kesişir. Ve bu olaylar silsilesi ilginç bir şekilde son bulur.

Film hakkında teknik bilgilere bakalım. Filmimiz 2 saat 33 dakika ama izlerken sıkılmıyorsunuz yani akıcılığı olan bir film bence. Akademide 8 dalda aday gösterilen ve en iyi film ödülünü kazanan bir Tarantino filmi. Aynı zamanda Christoph Waltz’ı dünya sinemasına tanıtan bir film. Ve güzel bir propaganda filmi olmuş diyebilirim.

Şimdi de size film hakkında ilginç bilgiler vereceğim ve filmdeki birkaç sahnenin altında yatan incelikleri açıklayacağım. 1-)Tarantino, Soysuzlar Çetesi’nin senaryosunu filmin çekimlerinden yıllar önce yazmaya başladı fakat sonra Kill Bill projesine öncelik verince filmin çekim tarihini erteledi. Yani senaryo yaklaşık olarak 10 senede yazılmış. 2-) Zalim SS Subayı Hans Landa karakteri için ilk düşünülen isim DiCaprio’ydu fakat daha sonra Tarantino, bu karakterin Akıcı almanca konuşabilen bir karakter olması için rolü Christoph Waltz’a verdi. İyi ki bu rolü Christoph Waltz oynamış çünkü muazzam bir performans sergiliyor. Bu rol onun için biçilmiş kaftan diyebiliriz. Ayrıca filmde 3 dili (fransızca, almanca, ingilizce) çatır çatır konuşurken italyancayı da çok güzel vurgulayarak konuşuyor. Yukarıda da dediğim gibi bu film Christoph Waltz’ın ilk sinema filmi deneyimi. 3-) Film ilk tamamlandığında 3 saat 10 dakika olarak çıkacakmış ama bazı bölümleri kesilmiş. Ayı Yahudi” lakaplı Donny Donowitz’in beyzbol sopasının hikayesi kesilen kısımların başında geliyor. 4-)  Hans Landa’nın, Bridget Von Hammersmark’ı boğduğu sahnede, Hammersmark’ı boğan eller Christoph Walt’un değil yönetmen Tarantino’nun elleriydi. Ayrıca filmdeki birkaç sahnede Tarantino’nun ayak fetişine vurgu yapılmış. 5-) Şimdi izleyen herkesin mutlaka aklına kazınan ‘drei gläser!’ sahnesini konuşalım. Masada 5 kişi var. binbaşı barmenden scotch ve temiz bardaklar istediğinde barmen “kaç bardak” diye soruyor. Hicox önce “fünf” diyor. onu duyan binbaşı hemen “ben istemem” diyor. Hammersmark’ın scotch içmeyeceğini biliyor ve kendisi de istemediğinde geriye 3 bardak kalacağını hesaplıyor. Almanların farklı işaret ettiği sayılar 1, 2 ve 3 fakat 4 ve 5’i almanlar da diğerleri gibi yapıyor. Özetle Hicox’un parmakla 3 işaretini alman gibi yapmayıp kendini ele vermesi binbaşının planladığı bir şey. Şu sahnedeki diyaloğa, detaylara, oyunculuklara bakıp hayranlık duymamak mümkün değil.

Bu bağlantıda Almanların sayıları nasıl gösterdiğini anlayabilirsiniz. 6-) Bu vereceğim detayı ben de izledikten sonra öğrendim ve çok hoşuma gitti. Albay Hans Landa’nın Shosanna için tercih ettiği tatlı, onu denemek için oynadığı oyunun bir parçası aslında. Strudel 2.Dünya Savaşı dönemlerinde domuz yağı ile yapılan bir tatlıydı. Albay bu tatlıyı üzerinde kaymak ve yanında süt ile sipariş edip Shosanna’nın yemesi için ısrar ediyor. Yahudilik inancına göre içinde et ve et ürünleri ile süt ve süt ürünleri bulunduran bir şey yemek yasak ama bu tatlı tam olarak böyle sipariş ediliyor. Shosanna tedirginlik içinde tatlıyı yemek zorunda kalıyor. Albay kızın yahudi olup olmadığını anlamış mıdır orası biraz tartışma konusu.

Yazımı bitirirken şunları eklemek istiyorum. Filmdeki diyaloglar uzun ama hiçbiri sizi sıkmıyor. Diyalogların sonunun nereye varacağını merak ediyorsunuz. Bu da merak duygusunu hep ön planda tutuyor. Filmin kurgusu ve müzikleri çok başarılı. Filmin sonu da gayet başarılı. Tarantino 2. Dünya savaşına kendi yorumunu getirmiş. Oyunculuklar genel anlamda güzel tabiki de burada tahtın sahibi belli: Christoph Waltz.

Yazımı buraya kadar okuduğunuz için teşekkürler dostlarım. Umarım yazımı ve filmi beğenirsiniz sağlıcakla kalın 🙂

True Detective: Sezon 1 incelemesi

Merhabalar dostlar, bugün sizlere izlediğim tartışmaşız en güzel dizilerden biri olan True Detective dizisinden bahsedeceğim. Belki aranızda izleyenler vardır ama şu zamana kadar izlemeyenlerin bu yazıyı okuduktan sonra bir şans vereceklerini düşünüyorum. İlk olarak dizi hakkında genel bilgileri hızlıca öğrenelim.Dizimiz 3 sezondan oluşuyor ve her sezonun senaryosu birbirinden tamamen bağımsız . Her sezonda oyuncu kadrosu tamamen değişmekte yani herhangi bir sezonu izleyip kalan sezonları izlemeyebilirsiniz. 8 bölümden oluşan ilk sezonda Louisiana’da 17 yıl boyunca bir seri katili yakalamak için iz süren 2 cinayet masası dedektifinin sıra dışı öyküsü anlatılıyor. Bu 2 dedektifi Matthew McConaughey ve Woody Harrelson canlandırıyor. Baş karakterler birbirlerinin zıttı olarak yaratılmışlar diyebiliriz .Rust olağan dışı bir geçmişe sahip, yalnız, alkolik ve felsefi aforizmalara kafa patlatan filozof karakterimiz; Martin ise aile babası, gerçekçi ve sıradan bir figür. Aslında bu zıtlık dizi boyunca çatışmaya sebep oluyor ve izleyiciyi dizinin içinde tutmayı başarıyor.

Matthew McConaughey’nın canlandırdığı dedektif Rust Cohle karakterinden beğendiğim birkaç aforizma yazacağım.

‘Bence insan bilinci evrimde trajik bir şekilde ilerledi. Çok fazla bilinçlendik. Doğa kendinden bağımsız bir bakış açısı yarattı. Bizler doğa kanunlarına göre var olmaması gereken yaratıklarız. Hepimiz bir yanılsama içindeyken, duyusal deneyimler ve hislerin gelişimi sayesinde birey olduğumuzu sanan fakat, aslında bir hiç olan bireyleriz.’

Zaman düz bir çemberdir. Yaptığımız ya da yapacağımız her şeyi tekrar yapacağız, tekrar, tekrar ve tekrar. Sonsuza kadar.

Eğer bir insanı doğru yolda tutan tek şey ilahi mükafatsa, o kişi adinin tekidir.

Ve size diziyi izlemeden önce spoiler içermeyen bazı ilgi çekici bilgileri vereyim, ben bunları diziyi izledikten sonra öğrenmiştim. Matthew McConaughey, Rust Cohle rolü için 450 sayfalık analiz yazmış ve karakter değişimine oldukça detaylı çalışmış. Dizide geçen sorgu sahnesinde Rust polislere ifade verirken sigara ve alkol tüketiyor. Alkol tüketmesinin nedeni alkollüyken verilen ifadenin mahkemede kullanılamaz olması o yüzden bilerek ifade vermeden önce polislerden sigara ve bira istiyor. Matthew McConaughey, Interstellar’ ın çekildiği sırada aynı zamanda True Detective’in de çekimlerine katılıyordu. Nolan, söylediğine göre bu durumdan hiç hoşnut değilmiş ama izin vermeye karar vermiş. İyi ki de vermiş. Polisiye/suç dizilerinin belki de en kalıpların dışında karakteri oluşmuş. Son olarak, ki bu oldukça garip, Woody Harrelson gerçek hayatta ateist olmasına rağmen muhafazakar bir hristiyan olan dedektif Martin rolünü oynuyor aynı zamanda gerçek hayatta muhafazakar bir hristiyan olan Matthew McConaughey dizide ateist olan dedektif Cohle rolünü oynuyor .Bunu okuyunca çok şaşırmıştım çünkü ikisi de rollerinin hakkını fazlasıyla vererek oynamışlardı.

Bonus: Aşağıya dizinin açılış müziğini bırakıyorum. Şu ana kadar yapılmış en iyi açılış müziklerinden biri – bence tabi ki! :).

Yazıyı buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ediyorum umarım diziyi izleyip beğenirsiniz :)))

-MrCelik

Metallica-One: Klip Analizi

Merhaba dostlarım bugün size belki de son günlerde izlediğim en farklı kliplerin birinden bahsedeceğim. Arada dinleyenleriniz varsa sabah son ses dinlenecek, insanı motive eden ve güne bomba gibi başlatan, gün aralarında kafada tekrar tekrar çalan bir parça . Bahsettiğim şarkı Metallica grubunun “One” şarkısı, albümü de harika olmasıyla beraber parçanın hikayesi ve Hetfield’in elektrogitara olan hakimiyeti işi bambaşka yerlere götürüyor. Aynı zamanda klibi rock müzik tarihinin en çarpıcı ve kalburüstü kliplerinden biridir. Şarkımız bir çocuğun babasına demokrasi nedir demesi ile başlıyor. Babasının verdiği cevap ise “Demokrasi genç insanların birbirini öldürmesidir ve demokrasi uğruna her baba tek evladını bile feda eder” şeklinde. Aradan yıllar geçiyor ve Birinci Dünya Savaşı patlak verince çocuk kız arkadaşından ayrılıp savaşa gönderiliyor, savaşta bombardıman esnasında cepheden çıkan kahramanımız bomba düşen bir çukurluğa giriyor çünkü bir inanışa göre bir kez bomba düşen yere bir daha bomba düşmez ama bomba oraya  ikinci defa isabet ediyor ve kahramanımız da bu bahtsız çukurun içinde. Bomba çok büyük hasar veriyor ve kahramanımız bütün uzuvlarını ve duygularını kaybediyor. O artık sadece bazal fonksiyonları yerine getiren ve temel ihtiyaçları karşılanan bir beyin. Yaşadığı acılara dayanamayan kahramanımız kafasını bulunduğu yastığa vurarak mors alfabesiyle askerlere şunu söylüyor “Kill me”. Klip insanı tanımlayamadığım bir moda sokuyor, böyle bir atmosfere sahip klip ile sizi yalnız bırakıyorum. Aşağıdan türkçe altyazılı versiyonuna ulaşabilirsiniz.

Zeki Demirkubuz’un Yazgı’sı

Zeki Demirkubuz’un yazgı filminden bahsetmek istiyorum fasa fiso köşesinde, her ne kadar fasa fiso olarak alınamayacak bi film olsa da. Uzun zamandır türk sineması izlemeyişim sebebiyle türk sinemasına olan üstünkörü bakışımı kıran bir film oldu. Özellikle tercih etmemin sebebi ise Albert Camus adlı yazarın epeyce sevdiğim bi kitabı olan Yabancı üzerine çekilmiş iki filmden biri olması ve -daha büyük etken bir etken- Zeki Demirkubuz filmi olması. Filmde anlatılan pek çok şey aslında ana karakterimiz için o kadar çok anlamlandırılamaz geliyor. Kitapta bahsedildiği gibi hayat hiçbir zaman yaşamak için katlanılacak zahmete değmez (bunun gibi bişey denilmişti sanırsam hiç aklımda tutamam böylesi kelime gruplarını ) felsefesini o kadar detaylı işliyor ki Demirkubuz, bu felsefeyi anlaşılmaz ise o 120 dk bir türlü bitmez. Musa filmin başkarakteri yani asıl adamımız, şimdi onun hikayesine bakalım.
Toplumun ataerkil yapısının koyduğu bütün tabulara ve kutsallarına o kadar kayıtsız ki belki de filmin adı bu yüzden yazgı, sonuçta kendisi işlemediği bir suçu 4 sene yatıp katlanmış ve yazgısını kabullenmiş, şimdi bunu okurken ne salak adam diyeceksiniz, biraz öyle ama işin özünü anlamak gerek. Filmde Musa’nın hiçbir zaman bir şeye kesinlikle evet veya hayır gibi kelimeler yerine fark etmez kelimesini kullandığını görebilirsiniz ve bu da aslında kayıtsızlığı bariz bir şekilde sunuyor bize. Daha ileri sahnelerdeyse toplumdaki adalet yargısına da bir eleştiri bulunuyor ve bu eleştiri şu 4 kişiyi öldürmesiyle yargılanmasına rağmen savcı sorgusu sırasında avukatla konuşması veya mahkeme sırasında(kitapta) o sebeple yargılanmıyor gibi daha çok toplumun ahlaki tabularına uymadığı , annesinin cenazesinde ağlamadığı, cenazeden hemen sonra hemen sonra komedi filmi izlediği ve kız arkadaşıyla buluştuğu için yargılanıyor ve mutlak takdirde olmasa da modern toplumda ahlaki değerlerini zedelemenin bazı gerçek suçların bile önüne geçişinin eleştirisi var. Yazıyı bitirmeden bunu söylemesem olmaz, bir sahnede “Kız arkadaşı ona benimle evlenir misin?” dediğinde fark etmez diye cevap verip karşılığında evlenmek ciddi bir iştir denilince de hayır değildir diyor.

Çok uzattım, genel olarak modern toplum sorunlarını ele alan kült bir yapım bana göre. Bunu okuyup yazgınıza katlandığınız için teşekkürler:))

Kitap Tavsiyeleri

İsimlerini unutmadan değerlendirmelerini yapmak istediğim üç beş kitabı şuraya not edeyim, zaman buldukça naçizane görüşlerimi belirtmeyi planlıyorum.

  • Cesur Yeni Dünya
  • Yeryüzündeki En Büyük Gösteri
  • Homo Sapiens
  • Homo Deus
  • Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi
  • Steve Jobs
  • Otomatik Portakal
  • Çocukluğum-Maksim Gorki
  • Yunan ve Roma Mitolojisi
  • History of The World